TELEVİZYONUN OLUMSUZ ETKİLERİNE BİR ÖRNEK
Göktürk Kitabın ’Günümüzde Okumak’ başlıklı bölümünde televizyonun, insanın okuma, yazma, düşünme alışkanlıkları üzerindeki olumsuz etkilerini, 1984’ün son ayında, küçük bir Amerikan kasabasında yaşanan ilginç bir olayla örnelemeye çalışıyor. Ki 1984’lü yıllar televizyonun henüz masum olduğu yıllardı.
Söz konusu kasaba, New York’un yüz elli mil kuzeydoğusunda,
on yedi bin nüfuslu Farmington kasabasıdır. Bu kasabada, bir ay içinde herkes
televizyonunu kapatmıştır. Nasıl? Farmington halk kitaplığının, çocuk kitapları
bölümü başkanı Nancy De Salvo adlı bir bayanın öncülüğünde.
Bugün ABD’de kişi başına televizyon kullanımı günde yedi saati aşar. Otuz altı kanaldan yirmi dört saat boyunca kesintisiz yayın yapılır. Okul yaşı altındaki çocuklar haftada otuz altı saat bakarlar televizyona. Emeklilik yaşına gelmiş her Amerikan yurttaşı, yaşamının toplam on bir yılını kutuya bakmakla tüketmiş olur.küçük Farmington kasabası da kutudan payını aldığı için, evlerin kocaman bahçeleri, okulların oyun alanları, yüzme havuzları bomboştur. Çocuklarla gençlerde, son yıllarda göze çarpar ölçüde davranış değişiklikleri belirmiştir. Nancy De Salvo, kitaplığında altı yedi yaşında çocuklardan bir topluluğa Kızılderili masalları okurken, çocukların üç yaşındaymış gibi davrandıklarına tanık olur. Kimisi gözlerini bir noktaya dikmiş heykel gibi durur, kimisi bir dakikadan fazla dinleyemez, kimisi itişir kakışır. Eskiden içlerinden birisi ağlayacak olsa gözleri doluveren çocuklar, bönce bir aldırmazlık, katılık içindedirler. Hepsinin kafasında olağanüstü güçte “Süpermen” türünden kahramanlar. Hepsinde tek yönlü, kaba, duygudan yoksun bir kişilik oluşumu. On altı yıldır kitaplıkta görev yapan Nancy De Salvo, üzüntüyle gözlemler çocuklardaki bu değişimi.
Kitaplıktaki üç yüz bin kitabın yanı sıra oyuncaklar, kukla tiyatrosu, büyüklere küçüklere düzenlenen masal akşamları hiç ilgi görmez. Herkes evindeki kutunun karşısına çakılmış durumdadır. Gençlere, özellikle video filmlerinin etkisiyle, sadomazoşistik eğilimler, büyük bir dikkat eksikliği, tembellik, saldırganlık gitgide artmaktadır. Farmington halk kitaplığının kapısını kimse çalmaz olur zamanla. Gün olur, raflardaki üç yüz bin kitaptan hiçbirinin kapağı bile aralanmaz. Kitaplık görevlisi Nancy De Salvo düşer yollara, ev ev dolaşır; okullara, işyerlerine gider; okul yöneticileriyle, anne babalarla konuşur. Sonunda yediden yetmişe bütün Farmington’lulara televizyonu bir ay için kapatmak önerisini benimsetir. Her çocuktan tek tek söz alınır, imzalar alınır. Kimileri hiç bakmamaya, kimileri de çok az bakmaya söz verirler. Öğrenciler arasında ödüllü bir yazı yarışması açılır. Bir aylık süredeki izlenimlerini yazmaları için. Halk kitaplığında ise elişi, masal uydurma, okuma, oyuncak yapma kursları düzenlenir. Sonuçta yılda belki bir kez, o da Noel akşamı hindi yemek için bir araya gelen aileler, bir ay boyunca hemen hemen her akşam, çoluk çocuk bir araya gelirler. Anneler, babalar, çocuklar daha iyi yakınlaşırlar birbirlerine; güler, söyler, oynarlar birlikte. Farmington kitaplığı birden işlemeye başlar. Bir aylık yasaktan en çok yakınan da babalar olur. Maç izlemeden geçen Pazar günlerinde yarım adam gibi duyarlar kendilerini. Dokuz yaşında bir çocuk ise, yarışma için hazırladığı yazısında, şöyle anlatır izlenimlerini:”Babam bize çok güzel şeyler okuyor. Annem de okuyor bize. Eskisi gibi boyuna telefonla konuşmuyor. Artık, şu dizi bu dizi diye kardeşlerimle kavga da etmiyoruz. Ama biraz canım sıkılıyor doğrusu. Bildiğim oyunların hepsi bitti. Başka oyun bilmiyorum.“
Bu sözlerden anlaşılacağı üzere, Benjamin Spock yöntemleriyle büyütülmüş, her şeyi hazır bulmaya alışık çocukların, kendi kendilerini oyalamaları pek kolay olmaz ilkin, hep kutuyu özlerler için için. Başkalarınca eğlendirilmek isterler. Hızlı değişiklikler, art arda olaylar ararlar. Derken sonunda her biri bir kitabın başında bulur kendini. Bir aylık süre bitiminde, okullarda başarı oranı yükselir, spor alanları, yüzme havuzları dolup taşmaya başlar. Bütün bu olup bitenleri yerinde saptamak için Sydney’den, Londra’dan, Wiesbaden’den televizyon çekimcileri gelir Farmington’a. On üç yaşındaki bir çocuk, televizyon kameralarından birinin önüne değme sunucuları aratacak bir rahatlıkta dikilerek:”Gerçekten çok iyi oldu bu iş. Her ödevde ‘Süpermen’den söz etmek zorunda değilim artık, dünyada çok daha başka şeyler varmış,”diye konuşur. Televizyonun uyuşturduğu bütün bir kasaba, yeni deneyimiyle, yepyeni türden bilgilere, bir yaşama kıvancına varır. Televizyon konuşmacılarını izlemek yerine, büyük küçük bütün Farmington’lular, kendileri düşünüyor, konuşuyor, görüş bildiriyor şimdi.
Bu örnekte görüldüğü gibi, insanlar ancak kafalarını bağımızca kullanabildikleri oranda kendileri olabilirler. Günümüzde, kitle iletişimi, bağımsız düşünebilme yetisinin en büyük engeli durumuna gelebilmektedir. Değişik ülkelerde yapılan araştırmalar, televizyon izleyicilerinden çoğunun, baktıklarını gerçekte göremediği, pek az kişinin anlayarak baktığı sonucunu ortaya çıkarmıştır. Günün haberlerini bile gerçekten çok az kimse anlamaktadır. Haberin politik, ekonomik, kültürel artalanını, toplumda kurumlar arası ilişkilerin niteliğini, belli bakış açılarına uydurularak aktarılan en can alıcı konuların içyüzünü, izleyicilerin çoğu bilemez. Çoğunluk, belli açıdan aktarılan görüşlerin, değişmez tek doğru olmadığını, karşıt seçeneklerin de bulunabileceğini, kutudan gözlerini bir an ayırıp düşünemez. En kolay anlaşılır yayınlar, canlı yayınlardır belki. Ama torunlarıyla maç izleyen bir ninenin, her şeyi bırakıp “ şu çimenin güzelliğine bak yavrum!” dediği, oyunculara da cambaza bakar gibi baktığı, rastlanmayacak olaylar değildir.
Okuyan kişi, kitaplarda bulduğu bilgiyi, düşüne taşına, ölçe tarta, kendi özgür bilinci açısından mal eder benliğine. Gönlünün istediği kavramlarla, sözcüklerle, imgelerle. Hiç kimse onu “şu görüş yanlış, bu kavram yasak, düşünme, kutuya bak!” diye güdemez. Okuyacağınız her kitabı, kafanıza, eğilimlerinize, gönlünüzdeki susuzluğa göre seçersiniz. Üstelik bilirsiniz, hiçbir kitap, kapınızı çalsalar içeri almayacağınız sevimsiz yüzleri, odanızın içine taşımaz. Gerek bilim gerekse sanat alanında yaratıcı düşüncenin sürekliliği, ancak okumakla sağlanabilir. Okumakla kendini yenilemekten uzak bilimadamı, dönüp dönüp aynı şeyleri söylemek zorunda kalır, saplantılardan, hoşgörüsüzlüklerden kurtulamaz. Okumayan sanatçı, bildiği, tanıdığı birkaç büyük ustaya öykünmenin ötesine geçemez. Yalnız bilim adamlarıyla sanatçılara değil, toplumda değişik alanlardan kişilere de bilginin sınırsızlığını, insanın baş erdemi hoşgörüyü, okumak öğretir ancak. Kişi okurken kendi dışındaki inançlara, bakış biçimlerine, duygulara, düşüncelere saygılı davranmanın önemini gitgide daha çok kavrar. Düşüncesi, duyguları yeni bilgilerle sürekli değişir, parılt kazanır. Evet, okumak değiştirir, değişmek ise bizi yaratıcı kılar.
İnsan kültürünün en büyük kaynağı, günümüze değin bilim, sanat, teknoloji alanında aşama aşama gerçekleştirilmiş başarılardır. Bu bakımdan, insanlığın belleği diyoruz kitaplara. Ancak, çağdaş kültür, yalnız günümüze değin olan başarıların toplamı diye de tanımlanamaz. Hele çağlar öncesi birtakım değerlere sıkı sıkıya sarılmak hiç değildir kültür. Geçmişe, insanlığın belleğinde süren her değer gereken önem verilmelidir. Ama insan, varoluş serüvenindeki sürekli atılım çabasında, geçmiş değerlerle bir hesaplaştırmayı da gerçekleştirmeli. Böyle ileriye dönük bir hesaplaşma sonucu kültür, yalnız geçmişin anımsanması olmaktan çıkar, güzel bir geleceğin yaratılması için gerekli birikimi de içine alır: değişmeyi, hoşgörüyü, yaratıcı düşgücünü, yenileyici düşünceyi. İşte kültürün bu boyutu, yalnız eskiyi ezberlemekle değil, bugünü de okumakla kazanılır. Yeniye, aykırıya, değişik olana, aşırıya, hoşgörüyle.
Daha genel anlamda ise yararları iyice somuta indirgenebilecek bir etkinliktir okuma. Kişilerin yaşamında okumak, okuyabilmek, çok yalın işlevlerle yürütür etkisini. Apaçık yaralarından birincisi, değişen gündelik yaşam gerçeğine uyum kazanabilmemizi sağlamasıdır. Yalnız uygulamalı nesnel bilgi kitapları değil, sanat nitelikli yapıtlar da sağlar yaşamla aramızdaki bu köprüyü. Okumakla, yaşamın her türden olgusuna ilişkin deneyimlerimiz, kavrayışımızla duyarlığımız, kendimizi sürekli aşarcasına, büyür, yinelenir, incelir. Okumanın daha yaygın tanınan ikinci işlevi ise, eğlendirici işlevidir. Bu, gerçek yaşamda bulamadığımız şeyi kitapların düşsel dünyasında buluruz anlamına gelmez. Ancak okuma, bilincimizdeki soyut çıkarımlar aracılığıyla, kendi yaşamımızda karşılaşmadığımız deneyimlerle de tanıştırır bizi. Yaşamın bize yabancı, aykırı gerçekleriyle baş edebilmemiz için gerekli gücü bilgiyi verir. Böylece okumanın eğlendirici yönü, çok önemli bir yarar da sağlar hepimize. Üçüncü bir yön de, okumanın toplumsal ilişkilere yararıdır. Evde, okulda, arkadaş çevresinde, işimizde gücümüzde, politik topluluklarda. Kimi konulara ortak bir ilgi, gündelik havadan sudan konuların ötesinde, kökleri daha derinde bir iletişimin temeli olabilir. Bireylerin konuşmaları, davranışları, daha duyarlı bir düzey kazanabilir. Üstelik, rafımızda sıra sıra yer alan okunmuş kitaplar, bir güven, tükenmez bir kıvanç verir kişiye. İnsanlara, dünyaya, yaşamın bütününe barışık bir duyguyla, hoşgörüyle yaklaşmayı öğreniriz. Okumanın kısaca değindiğimiz bu ç yalın katkısı, yediden yetmişe, sokaktaki adamdan devlet yöneticilerine değin, hepimizin yaşamı için geçerlidir.
Bir toplumun esenliğinde en belirleyici etken, okuryazarlık oranının da ötesinde okuyan yurttaş sayısıdır. İnsanoğlunun en etkili özgürleşme yoludur okumak. Elimizin altındaki, değerini pek azımızın bildiği, mutluluk olanaklarından biridir. Her yüzyılda olduğu gibi bugün de, aydınlanma yolunda, okumanın yerini tutacak bir seçenek daha yoktur. Gutenberg çağı bütün görkemiyle sürüyor daha.
Okuyanlarla sürüyor.
Not:Bu yazı Sayın
Akşit Göktürk’ün ’Sözün Ötesi’ Kitabından bir alıntıdır.